Avrupa Ortaçağ haritasına mı dönüyor?

Avrupa Ortaçağ haritasına mı dönüyor?

Robert D. Kaplan, AB'nin içeriden ve dışarıdan darbeler alırken tarihin akışının eskiye, zayıf düşmüş bir karmaşıklığa döndüğünü ifade ediyor

Avrupa Birliği çözülürken, kıta kökü asırlara dayanan eski bölünmelere geri dönüyor.

Sanayi Devrimi'nden önce, Avrupa'nın Ortaçağ veya erken modern döneme ait bir haritasına bakarsanız, kıtanın baş döndüren dağınıklığı karşısında hayrete düşersiniz. İmparatorluklar, krallıklar, konfederasyonlar, küçük devletçikler, falan yukarı, filanca aşağı... Radikal bir ayrılıklar dünyasının resmidir bu. Bugün Avrupa aslında bu haritaya tekrar dönüyor. 

1950'lerden AB'nin borç krizinin başladığı 2009'a kadar süregelen yarım küsur asırlık barış ve refahla kıtanın siyasi ve ekonomik silueti gayet basit görünüyordu. Soğuk Savaş boyunca iki uyumlu blok vardı ve bunu ortak para birimi olan, birleşmiş bir Avrupa rüyası takip etmişti. Bugün AB içeriden ve dışarıdan darbeler alırken tarihin akışı eskiye, zayıf düşmüş bir karmaşıklığa dönüyor. Sanki geçen yarım asır korku ve çatışma ortamına dönmeden önceki bir fetret devriymiş gibi...

Amerika durumun vahametini yeni yeni görmeye başlıyor. Amerika'yla rekabet eden en büyük ekonomi olarak Avrupa, Amerika için hala bir değer ve müttefik, ama büyük de bir problem teşkil ediyor. Şimdi soru(n) bu problemle nasıl başa çıkılacağı.

AB sınırlarını ve hareket alanını genişletmeye çalışırken bile Avrupa'daki bu bölünmeler on yıllardır göz önündeydi. AB içinde olan ve olmayan ülkeler vardı. Serbest dolaşımı öngören Schengen Bölgesi'ne dahil olan ve olmayan ülkeler vardı. Euro bölgesinin mali zorluklarını aşan ve aşamayan ülkeler vardı.      

Bu bölünmelerin kıtanın tarihinde ve coğrafyasında derin kökleri olduğuna ise pek dikkat edilmiyor. Modern Avrupa'nın bu özü Şarlken'in 9. asırda kurduğu Karolenj İmpartorluğu'nu andırıyor. Şarlken ilk Kutsal Roma Cermen İmparatoru olarak Kuzey Denizi'nden başlayıp aşağı Felemenk'e oradan Frankfurt, Paris, Milan vesaireye yayılan toprakları yönetmişti. Mevzubahis Avrupa'nın daha zayıf kuzenleri ise Akdeniz boyunca, İber yarımadasından güney İtalya'ya ve tarihi olarak daha az gelişmiş Balkanlar, yani Bizans ve Osmanlı geleneğinin varisleri şeklinde sıralanmışlardı.    

İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda, yüzyıllarca kıtanın periferisine karakterini vermiş olan Kuzey Afrika ve Avrasya ile Avrupa'nın nispeten ayrı düşmesi neticesinde, kıtadaki bu bölünmeler bastırıldı. Bugüne geldiğimizde ise Vladimir Putin Rusyası'nın zorba tehditleri, Ortadoğu'dan gelen mülteci akını ile içte ve dıştaki terör saldırıları karşısında Avrupa'nın çeşitli yönetimlerinin farklı yaklaşımlar sergilemesiyle bu geniş coğrafya artık göz ardı edilemez. AB'nin on yıllardır dayattığı merkeziyetçiliğin ve mesafeli, işlerliği olmayan bürokrasisinin üniter bir Avrupa meydana getiremeyip kıta sathında bir ters tepkiye neden olduğu aşikar. Bu tepkiden ise AB ancak farklı ülkeler arasında meşruiyetini nasıl tesis edebileceğini hesaplayarak kurtulabilir.

Avrupa'yı savaş sonrası dönemde koruyan savunma hattı artık ayakta değil. 20. asrın büyük coğrafyacısı Fernand Braudel Akdeniz hakkındaki klasik eserini yazdığında, Akdeniz'e Avrupa'nın güney sınırı gibi muamele etmemişti. Asıl güney sınır Sahra Çölü'ydü ona göre. Günümüzde ise Braudel'i haklı çıkarırcasına göçmen kafileleri Avrupa'nın demografik işgali için Cezayir'den Libya'ya Kuzey Afrika boyunca toplanıyorlar. Rejimlerin çöktüğü Irak ve Suriye'den kaçan milyonlarca mülteci için ilk durak olan Balkanlar da toplu göçler için tarihi koridor olma rolüne kaldığı yerden devam ediyor.

Dolayısıyla Avrupa sevimsiz bir tarihi ironiyle karşı karşıya: Avrupa'nın on yıllar içinde evrensel insan hakları idealleri gerçekleştirebilmesini ki buna Avrupa'da güvenli bir liman arayan sığınmacıların hakkı da dahil, periferisinde bir zamanlar gücü elinde tutan baskıcı rejimlere borçluydu. Arap dünyasının dizginleri on yıllardır diktatör gardiyanlar hapishane devletleri tarafından tutulmuştu. Irak'ta Saddam Hüseyin, Suriye Esad ailesi, Libya'da Muammer Kaddafi Avrupa'nın bu idealist pastasını pişirip yemesine müsaade etmişti.

Avrupa'nın bütünlüğü için daha kötü olan ise coğrafya ve tarihin kıtanın bazı bölgelerini mülteci ve göçmen seline karşı diğerlerinden daha kırılgan hale getirmesi. Almanya ve bazı İskandinav ülkeleri göçmenlere mütereddit bir şekilde hoş geldin halısı sererken, Macaristan ve Slovenya gibi Orta Avrupa ülkeleri yeni dikenli teller dikiyorlar. 1990'larda Avrupa'nın geri kalanından savaşla ve az gelişmişlikle adeta ayrılmış olan Balkanlar ise Ortadoğu'daki karışıklıktan ötürü bir darbe daha aldı. Avrupa'nın güneydoğu ucunda ise bir zamanlar zavallı bir Osmanlı vilayeti olan Yunanistan, Arap dünyasındaki kargaşadan kaçan yüzbinlerce göçmenin Avrupa'ya giriş kapısı olan şanssız konumu nedeniyle halihazırdaki ekonomik krizinin daha da kötüleştiğine şahit oldu.

Avrupa'daki göreceli istikrar döneminin şimdilerde sona yaklaşmakta olan bir diğer kritik faktörü de Rusya'nın oynadığı jeopolitik roldü. Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği açık stratejik bir tehditti ama Amerika bunun icabına bakıyordu. Zaten o dönem çoğunlukla, bilhassa Stalin'in ölümünden sonra, Kremlin temkinli, riskten kaçınan yetkililer tarafından yönetildi. Sovyetlerin çöküşünden sonra Rusya'daki on yıllık buhran ve idari zayıflık ülkenin artık Avrupa için bir tehdit olmadığı anlamına geliyordu.

Bugün ise hiç şüphesiz Rusya Avrupa'daki stratejik oyuncu rolüne geri döndü. Boris Yeltsin döneminin güçsüzlüğünü müteakip Putin'in Rusya'da kontrolünü sağlamlaştırması Paris ile Varşova ve Berlin ile de Bükreş arasında derim bir ayrıma sebep oldu. 1990'larda Leh veya Rumen olsaydınız, Rusya açık şekilde zayıf ve kaotik bir ülke demekti; buna mukabil NATO ve AB üyeliği ise kalıcı barışı ve refahı vaat ediyordu. Şimdiki stratejik anlayış ise farklı: Avrupa projesinin geleceği belirsiz görünüyor ve yeniden canlanan Rusya Kırım'ı ilhak edip doğu Ukrayna'yı da istila etti. Yani tekrar Avrupa sınırlarını tehdit ediyor.

Bu noktada Soğuk Savaş dönemi ittifaklarına tekrar bir dönüş yapıldığına tanıklık ediyor olabiliriz. Avrupa tekrar ikiye bölünüyor ama bu sefer Amerika'ya yakınlaşmak isteyen Doğu Avrupa çünkü NATO'nun tek başına Rusya'ya karşı etkili bir savunma bariyeri olacağından şüphe ediyor. Diğer taraftan Batı Avrupa ülkeleri de ülkelerindeki mülteci akımından ve terör saldırılarından endişe eder şekilde Suriye'den yayılan krize set çekebileceği arayışıyla Rusya'ya yakınlaşıyor. (Ukrayna krizine rağmen)          

Putin coğrafyanın ve ham haliyle askeri ve ekonomik gücün ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda hala başlangıç noktası olduğunu biliyor. Avrupa'nın elitleri ise farklı bir bakış açısına sahipler. Yüzyıllar süren kan dökmeden sonra geleneksel güç siyasetini reddediyorlar. Barışı muhafaza etmek için, umutlarını Brüksel'deki ulus-üstü teknokratlar tarafından yönetilen düzenleyici bir rejime bağladılar. Onların zihninde kıtanın ayrılıkları sosyal refah devleti ve ortak para birimiyle giderilebilir. Yüzlerce yıllık tarih ve kültür tecrübesinin şekillendirdiği ayırt edici ulusal kimliklerin yerini Avrupa süper-devletine bırakmak zorunda; Avrupa'nın çeşitli ulusları arasında AB'nin politik meşruiyeti üzerindeki bedeli ne olursa olsun.

Birleşik Krallık'ta ve Batı Avrupa'nın çoğunda şu anda Brüksel'e karşı ters bir tepki var ve iç siyasette de karşılık güçlü bir karşılık buluyor. Bir zamanlar kıtadaki bölünmelere merhem olarak methedilen sosyal refah politikaları ulusal ekonomilere köstek oldu ve bu durgunluk da dolayısıyla milliyetçi (bazen tutucu) politikalar ve mültecilere karşı artan düşmanlık için uygun zemin hazırladı.

Hala bir dizi endişe Orta ve Doğu Avrupa'da görünür vaziyette. Son üç yıldır Romanya'ya gidip geliyorum. Stalinist Çavuşesku rejiminin yıkılmasıyla İkinci Dünya Savaşı'nın ancak 1989'da sona erdiği bir ülke. Romanya'da, diğer Baltık devletleri ve diğer eski Varşova Paktı ile Sovyetler Birliği bölgelerinde olduğu gibi, Avrupa Birliği hala bir denge cetvelinden (balance sheet) daha fazlasını temsil ediyor. AB Romanya'da etnik uluslar yerine modern devletlere dayanan, despot hükümlerden ziyade hukuk devletiyle idare edilen, bireyleri etnik kimliği veya dini veya babasının adı ne olursa olsun koruyan bir siyasetle aynı anlama geliyor.

Baltık devletleri ve Polonya'nın olduğu bölgeden, güneyde Romanya ve Bulgaristan'a, sonra doğuda Kafkasya'ya kadar olan kısım benim İki Deniz Arası dediğim yer oluyor. (Latince ""denizler arası" Intermarium'dan. Burada Baltık ve Karadeniz arası) İki Deniz Arası kavramı, Almanya ve Sovyetler Birliği'nin emperyalist eğilimlerine karşı iki ülke arasında kalan bölgede sağlam bir demokrasi kuşağı görmeyi arzu eden 1920 ve 30'lu yılların Leh lideri Josef Pilsudski tarafından türetilmişti.

Bugün elbette tehdit Almanya'dan değil, yalnızca Rusya'dan. Almanya'nın Avrupa'daki siyasi hakimiyeti doğal olarak ekonomik hakimiyetinden kaynaklanıyor. Ve bu durum Brüksel'den Berlin'e doğru bir güç kaymasıyla bir ölçüde gerçekleşti. Ancak Alman önderliği gergin ve çekingen. Tüm Avrupa, özellikle Almanya'nın elitleri büyük ölçüde geçmişlerini temize çekmenin de bir yolu olarak 1940'ların sonlarından beri Avrupa birleşmesine iman ettiler.

Çok sayıda krizin karşısında, geçtiğimiz 31 Aralık yılbaşı kutlamalarında Arap göçmenlerin karıştığı cinsel saldırıların birkaç nadir aksilikler yaşasa da Şansölye Angela Merkel ustaca siyasi manevralar yaptı. Ancak Merkel Bismarck veya Büyük Friedrich değil, öyle olmak da istemiyor. Nazizm'in mirası ve Batı ile Rusya arasında kalmasının ikilemi Alman liderliğinin aleyhine işliyor.

AB'de çatlaklar devam ederken, bu otorite boşluğu bir 21. yüzyıl Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu meydana getirebilir: 1806'daki dağılışına kadar lafta düzensiz, çok etnik yapılı bir birleşim olup gerçekte öyle olmayan bir imparatorluk.

Bu durum Avrupa'da Amerika'nın önderliğine hala bir alternatif olmadığı anlamına geliyor. Dahili olarak ayrışmaya devam edip harici olarak da Kuzey Afrika ve Avrasya'nın akışkan coğrafyası içinde yutulan bir Avrupa Amerika için İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük dış politika felaketi anlamına gelecektir. AB'nin onlarca yıllık başarısı Nazi Almanya’sına karşı zaferinden ileri gelen bir Amerikan ürünüydü. Tüm kusurlarına karşı AB, NATO'dan bile daha çok savaş sonrası özgür, birleşik ve müreffeh bir Avrupa'nın en mücessem kurumu oldu.

Obama yönetiminin unsurları Avrupa'nın bu Soğuk Savaş sonrası parçalanmasını engellemek için cesurca ellerinden geleni yaptı. Pentagon Avrupa'ya daha çok askerin yollanması için planlar ortaya atarken dış işleri bakanının Avrupa'dan sorumlu yardımcısı Victoria Nuland da Rusya'nın Ukrayna'daki varlığına karşı çıkma hususunda faal davrandı.  

Fakat Obama'nın kendisi kıtanın sıkıntılarına karşı ilgisizliğini bizzat belli etti ve Putin'in saldırganlığına karşı güçlü bir duruş sergilemedi. Obama yönetiminin dikkati açık şekilde farklı bölgelere dağılmış. Sadece Orta Doğu'daki krizlere değil, aynı zamanda Pasifik Havzası'na da odaklanmış durumda. Sorun Başkan'ın çok tartışılan "Asya'da da müttefiklerimizi bir arada tutmak için Amerikan hakimiyetinin çok gerekli olduğunu öngören "Asia Pivot" politikası değil. Sorun yanlış anlaşılan "Avrupa Soğuk Savaş yıllarında olduğundan daha az önem arz ediyor" fikri.

Mevcut yönetim ve halefi İki Deniz Arası'nın güvenliğini önceliklerinin merkezine yerleştirmek zorundadır. Mesele daha fazla askeri yardım değil, Baltık'tan Karadeniz'e her bir ülkeyle daha kuvvetli diplomatik ilişkiler içinde olma meselesidir. Amaç sadece Putin'in saldırganlığına karşı koymak değil, hem AB'nin hem de NATO'nun dahili bütünlüğünü ve gücünü muhafaza etme olmalıdır.

Politik düzeyde bu, AB'ye daha fazla demokratik mesuliyet sağlayacak bir istikamet geliştirmek anlamına geliyor. Güvenlik sorunlarına gelince, Avrupa'ya yapılacak bir dönüş "Ancak ve ancak NATO üyesi ülkelerin kendi savunma bütçelerini karşılamaları durumunda Amerika Avrupa'yı savunmak için daha fazla şey yapacak" şeklindeki zarar verici görüşe de bir son verecek. Birkaç istisnayla beraber, bugünkü ekonomik sıkıntıların ortasında bu zaten olmayacak bir şey. Diğer taraftan eğer Avrupalılar daha yoğun bir Amerikan müdahalesini görselerdi, kendi kurumlarını kurtarmak için daha cüretkar adımlar atarlardı.

Avrupa'yı istikrarlı, öngörülebilir ve durgun gördüğümüz yıllar artık sona erdi. Henüz kendi sınırları içinde olmasa da politik yaklaşımları ve ittifaklarında Avrupa haritasında Orta Çağ tekrar görülüyor. Bugünkü soru AB'nin yüzyıllar boyunca Orta ve Doğu Avrupa boyunca yayılıp çeşitli azınlıkları ve menfaatleri içinde barındırmış çok kültürlü Habsburg İmparatorluğu'nun yerini almayı hala umut edip edemeyeceğidir.

Cevap sadece Avrupa'nın ne yaptığına değil, aynı zamanda Amerika'nın ne yapmayı seçeceğine de bağlı. Coğrafya bir imtihandır, kader değil.

Kaynak: http://www.wsj.com
Dünya Bülteni için çeviren: Mustafa Doğan

YAZARLAR

Beytullah DEMİRCİOĞLU

Haydut Devlet İfadesi Devamı...

حسين الموسى

وجاء رمضان Devamı...

Dr. Metanet OĞUZ

İNSAN, ÖZ DEĞERLERİNİ NASIL BELİRLEMELİ? Devamı...

Bayram KARA

AMERİKA YAZILARI-3 MASKE-DİN-BİLİM Devamı...

Arslan ATEŞ

ETE KEMİĞE HAPSOLMAK Devamı...

Tuğba GÜNEY

KAYGI VE TEVEKKÜL Devamı...

Av. Mustafa KARAKAŞ

Anayasa Değişikliği, Yargı Tarafsızlığı Devamı...

Mustafa KASADAR

Ar damarı çatlayanların alçaldıkça alçalmaları Devamı...

شهم الدين بلاحورلو

اليوم العالم الاسلامي يقف علي حافة الهاوية Devamı...

İdris ŞEKERCİ

28 ŞUBAT'IN SAHTE MAĞDURLARINI DA SAHTE KAHRAMANLARINI DA TANIYORUZ Devamı...

Prof.Dr.Abdullah KAHRAMAN

Covid-19 Aşısı Üzerinden Medeniyet ve Uygarlık Farkı Devamı...

Dr. Muhammad SAFAR د. محمد صفر

(3) خواطر رمضانية قرآنية Devamı...

Dr.Ali İmran BOSTANCIOĞLU

Beşeri Sermayeden Etkin İstifadeye Dair Devamı...

FOTO GALERİ

Time Alem © 2015 Yasal uyarı : Sitemizdeki tüm yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılması kesinlikle yasaktır.